Tecavüzler
“Artık” kelimesi “Hakikat” kelimesi kadar suçmuş gibi gelir. Çünkü birtakım şeylerin hakikiliğinden söz etmekteki zafiyet, öfkeli bir vakitten sonra tepkisel - impulsive - bir şartlanmanın taşıdığı zafiyetle aynıdır. Bence bu zafiyetten kaçınma gayretiyle tercih edilen konum, “Bu kitapta hakikat kelimesi geçmiyor.” (Hannah Arendt) demekle de, “Milat yok.” (İsmet Özel) demekle de onanmaz. Çünkü o kitapta hakikat kelimesi de milat kelimesi de geçmiştir. Ve bu, suçun işlenmesine fazlasıyla yeter.
Hafızamızda kendisine duyguyla bağlı olduğumuz ve belki de mümkün olan bu tek bağlılık çeşidiyle bağlı olabildiğimiz bir geçmiş, kendisini bir gerilim içinde bulur. Bir duygunun şimdiki tekasüfü ve bu duygunun önceki noksanlığı arasındaki bir gerilimdir bu. Yani haklı duygunun varlığı ve yönelimi sadece onun yöneldiği şeye karşı ve onun yöneldiği şeyle alakalı değil, aynı zamanda kendisinin daha önceden varolmayışı, önceden bu şeye yönelmemiş olması, yani önceki eksikliğine karşı hissettiği güçlü duyguyla da alakalıdır. Örneğin bir nefretin kendinde bulabileceği yoğunluğun özel bir kaynağı, geçmişte öfke gütmenin eksikliğine duyulan şimdiki bir hınçta yatar. Ve insanın kendine duyduğu bir öfkenin dışarıya çıkma arzusu olarak bu, çok daha daha fazla güçlü bir öfkeye yol açar. Çünkü onun gücü, insanın içindeki cini çıkarmak arzusunda, yani arınma arzusundaki haklılıkta yatar. Tıpkı insanın derisini yırtarak yıkanması, yani ancak temizlenmesindeki şartın bir zarar görmesinde olduğunu bilmesindeki gibi.
İşte böylece bir insan listesi hazırlanıyor içimde. Yani sürekli bunu sayıklıyordum. Ve galiba yalnızca onları tanıyabileceğim kadar parça cini içimden def edebileceğimi biliyorum. Çünkü tanıyabileceğimiz bir kötülüğü biraz da insanın insana sirayet etmeye çalıştığı yerden bilebiliriz. Ve ancak o hat arasında, fizik dünyada, kendimiz ve onun arasında bir çizgiyi çekebildiğimiz kadar onu tanır ve bu çizgiyi çekebildiğimiz kadar kendimizi ondan muhafaza edebiliriz. Bu listedekiler, varlığını duyduğum ve güzel olan her şeye tecavüz ettiler. Ve bu listeyi sürekli ya da daha önceden değil fakat sadece şimdi içimde sayıklama suçuna razı gelmemenin sebebi, önceden duymadığım bir öfkeye de hınç duyma ihtiyacı, yani bu cinden arınma arzusundaki haklılıktan kesbedebileceğim bir güçte saklanıyor.
İşte, sayıklayıp durduğum, güzel olana yakın kalabilmek için hayatım boyunca kendilerinden nefret edebilmem gereken insanlar listesi burada bulunuyor. Güzel bir şeyi duyabilecek kadar ona yakın olmayı istemekten vazgeçmeyeceğim müddetçe, kendilerinden nefret edebilmeyi başarmam gerekenler insanlar listesi burada ve bu insanları bilmelisiniz. Çünkü bütün bu insanlar, yaşadıkları an ve müddet boyunca akla ve yüreğe yapılmış tecavüzlerdi.
1- Eyleme gelen din adamı. Bu adam, “Eylemi provoke etmeyelim.” demişti. Hâlbuki bu sözüyle, katleden, parçalayan ve insandan her şeyi alan düşmana yönelmiş olan bir öfkeyi teskin etti. Yine her zamanki gibi hadım etti insanı. Ve o zaman dünyada saf kötülüğe ondan daha yakın hiçbir şey olmadığını anladım. Hele ki ondan beklenen şeyi yaparken, kendisine yapılmamış bir kötülüğü dinî bir merhametle bağışlarken, dünyada bundan daha saf bir kötülük tasavvur edemeyeceğimi düşündüm. Gerçeğe ve acıya defalarca tecavüz etti. Ve sadece ilerledi. Din adamının ismini hususen saklamadığımı bilmelisiniz. Suç hep bir başkasıyla birlikte yapılan bir şey olduğu için, bu din adamının genel ve kurumsal bir kişi olduğunu bilmelisiniz. Çünkü bu eylem alanında birçok duyguyu tatmin etti. Onun her zaman bir din adamı olduğunu bilmelisiniz. - Yani bir din adamı olduğunu bildiğiniz sırada, belirli bir dinin adamı olmadığını da bilmelisiniz. - Sonra bu din adamı, yani dinle alakalı işler yapan adam hepimize sıkı bir vaaz verdi. Yapılan eylemler aslında onun başka bir eylemi vardı ve o sadece kendi eylemini yapıyordu. Eylem başlamadan gitti. Bundan önce de vaaz vermişti. O; bir sloganın varoluş formundaki gibi bir varoluşta, başkalarının zihnindeki bir fanteziydi. Belki de izlendiği için gerçeğe tecavüz etti ve gitti. Gerçeğe tecavüz edip bir paçavra gibi geride bıraktı onu. Sonunda bir yerde vaaz ediyordu yine. Onun bir provokatör olduğunu olduğunu bilmelisiniz. Eyleme gelen bir kanaat önderi olduğunu. Ve en önemlisi, aramızda en azgın provokatör olduğunu bilmelisiniz. - Provokatör: Bir örgüte girerek veya bir mitinge, bir gösteriye sızarak örgüt üyelerini veya gösteriye katılanları suç sayılan bir eyleme, davranışa iten kişi. - Hayatım boyunca kendisine karşı nefret kıtlığı çekmediğim kişidir bu.
2- “Eylemimiz makbul olsun.” diyen kişi. Bu sözün sahibi, artık kendisiyle dalga geçmeye başlayan, kendisine pejoratif olarak bakan dindar ve modern bilinçtir. Ve büyük bir aşırma eyleminin peşindedir. Yani asıl eylemi, fiziksel hareketi değil, bir anlam kaçırma eylemidir. Çünkü hayatta, bir biçime sahip olduğu için güvenli bir biçimde Müslümanlığının tek alameti olarak kalmış “namaz”ın anlam dünyasında bulduğu kolaylığı, sahip olduğu bütün anlam dünyasına kaçırmaya çalışır. Yani bir yere gidip gelir ve “Allah kabul etsin.” der. Hiçbir şey olmamış olsa bile. Ve bir şeyin olmasını beklememesi, bir şeyin olmasını beklemesinden daha şiddetli bir suçtur. Çünkü bir şeyin olmasını beklememe alışkanlığını, modern hayatın içindeki yenilgisinde edinmiştir. Doğrusu ben, eylemin amacının eylemin kendisi olduğunu düşündüğüm sırada, bu fikrin böyle bir istismara uğrayabileceğini, onu düşünürken değil, fakat gerçeğe tanık olurken fark ettim. Ve bu kişi, namazın kendisi için olmasındaki gibi saf inancın belirdiği bir anlık durumu aslında her şeyin anlamını istismar etmek için kullanıyordu. “Her şey anlamlıdır.” ve “Her şey eda edilir.” dediği sırada aslında hiçbir şeyin anlamlı olmadığı fikrine hazırlanıyordu. Tıpkı “Her şey politiktir.” derken, belirli bir durumu sınırlamak ve anlamak için kullanılan bir kelimeyi ekarte ederek aslında her şeyi apolitize eden bir kişi gibi. Buna karşın, Allah hiçbir şeyi başaramamış olmamızı, -daha kötüsü, hiçbir şeyi denememiş olmamızı nasıl kabul edebilir? Biz nasıl böyle bir temenniye sahip olabiliriz? Ve en kötüsü, elimizden geleni yaptığımızı düşündüğümüz için eylemimizin makbul olduğunu düşünme hakkını kendimizde nasıl görebiliriz? Bu kişinin zihninde eylemin niyeti fikri, namazın anlam dünyasını taklit ederek, onun eda edilebilmesindeki “kolaylığı” bütün eylemlerine taşımaktır. Ve kişi artık bütün eylemleri eda etmektedir. Doğrusu eylemin amacının eylemin kendisi olduğu fikrinden, sadece hiçbir zaman eyleminden tatmin olmayan, hiçbir zaman Allah’ın bakış açısıyla kendisini “kabul edilmiş” saymayan bir kişi beslenebilir. Yani bir bakıma, hiçbir zaman eylemin amacının eylemin kendisi olduğunu düşünmeyen kişiden başka herkes, istismar eder bu fikri. Eyleme tecavüz eder. Çünkü hep bitirilmesi gereken bir iştir bu. Bu kutsal, tamamlama ve artık ecrini bekleme sözü, nihayetinde bu kişinin gerçeğe teslim olduğu ve ona iman ettiğini dini bir ritüel biçiminde ifade ettiği bir sözdür. Ve bu icat, içinde çok hususi bir kötülüğü barındırıyor. Öyle bir söz düşünün ki, düşmana ve vakıaya teslim olmanın anlamını, Allah’a teslim olmak biçiminde sunuyor. Böylece devam etmeniz, yani kendinizi makbul saymamanız; onu da makbul saymamanız ve onun kurduğu anlam dünyasında dinden çıkmanızla eşdeğer. - Profan -
3- Düşünülebilir olanın gerçekliğine yatkınlık can sıkıntısıyla özdeş olduğu kadar değersizdir. Gerçek olanın düşünülebilirliğine olan yatkınlık da korkuyla özdeş olduğu kadar alçakçadır. Her iki cümle de bizi iki ayrı durumda denetler: Birincisi, reddedilmesi hiç gerekli olmayan bir gerçekliğin keyfî yıkımı - yani kurmacadan ibaret olan bir yıkım ve ikincisi, kendisini reddetmekten başka bir çaremizin olmadığı bir gerçekliğin mecburî onayı - yani yıkımdan ibaret olan bir kurmaca. Her ikisinin de sağcılık ya da solculuk arasında yaptığı formel tercihin yanı sıra, her iki tercihi de birbirine mutlak olarak yakınsayan ortak bir durum vardır. Bu, tercihin aslî bir kararla sürdürülmesindense, ona bir zaafın sebep olmuş olmasıdır. Doktriner bir barış durumunda bu hareket - bir kere kendisine ait olduğu için - her şeye rağmen, imkân ve düşünme kapasitesi bakımından bir ayrıksı güç olarak tanımlanır. Yani kendisinin farkında olmayan farklı bir soldur. Zaten her durgun satırda, sadece yeni bir fikre sahip olmasıyla bütün yapıların başarısızlığını ilan etmiştir. Ama bu sahte tercihin, kendisini reddetmekten başka hiçbir çaremizin olmadığı bir duruma verilen tepkiden ziyade sadece sözel bir tercih ve keyfî bir can sıkıntısının ürünü olduğunu, ancak onun ilk gerekli anda öteki uca savrulabilecek bir kıvraklık taşıdığını gördüğümüzde öğreniriz. Mevcut yapıların ve organizasyonların beyhudeliğinden bahsedilebilen sözde fiili, yani onların kendisi ve insanlar için ne anlama geldiğini anlamadan onları inkâr edebilmekte bulduğu kolaylık, ancak ilk tehlike anında bu yapıların koruyucu ve konforlu alanına sığınabilme refleksini bir kuvve olarak taşıdığı ifşa olduğunda boşa düşer. O zaman şunu derim: Kurumlara ihtiyaç duyulmayan ve ama yine de onların aşılmaları için var kabul edilmeleri gereken bir düşünme anında kurumlar yok sayıldılar. Onlara şiddetle ihtiyaç duyulan ama kesinlikle geri dönülmemesi gereken bir gerçeklik anında da olmama ihtimalleri - ya da onları bir zaman önce reddettikleri ihtimali - yok sayıldı. Bu gerçekliğe savrulmanın en temel gerekçesi, düşüncede yapılan kaçamaktı. İnsanın her düşündüğü şeye mutlak olarak uymak gibi bir kaygıya sahip olmadan - yani her eylemde biraz kaçınılmaz olarak varolan o Kantça, yani hep tek bir eylemin bir yasaymış gibi yapılmasındaki gayreti taşımadan - yapılan düşünme hareketi, her zaman bu zaafiyetle, yani ilk çıkardığı yasada önce kendi eylemine istisna tanıyan bir durumu üreterek sonuçlanır. Yani kendisi, kendi çıkardığı ilk yasanın ilk istisnasıdır. Hem de ilk anda ve son anda. - Tabii kendisine göre kendisi bu içinde bulunduğu özel şartlardaki özel bir istisnadır. Şimdi, ne olmuştu? Tekil bir durum kendisine bir istisna açtığı onu hatırlatmalıyım: Refah’a yürüyeceğimiz sırada İsmailiye’de pasaportlarımıza el koyuldu. Türk konsolosluğu pasaportları geri dağıtırken “Haydi, Kahire’ye dönün.” dedi. En sonunda orgarnizasyon, konsolosluktan bildiri okuyup eylemini sonlandırdı. Şimdi bu şizofreni, pasaportları topladıktan sonra herkese geri dönmeyi telkin eden konsolosluktan bildiri okumak, bunu yapamayan ama yine de bunu yapmayı istemiş bütün politik bilinci taşıyan diğerleri gibi, insanın kendisine saygı göstermediğini itiraf etmesi demekti. Eylemi engelleyen kişiye eylemi sahiplendirme durumunu ifade etmek için kullandığım bu ifade, belki de çok hafif bir ifade olarak kalır. Çünkü gerçekte, doğrunun ne olduğunu biliyor olmasına rağmen bütün kötülükler zaten insanın her zaman önce kendisine bu yasada bir istisna açmasıyla başladığı için, en şiddetli tecavüz buydu. Çünkü bu, söz konusu kötülüğün bir ölçekte paydaşı olan yapıların affirmasyonunu yaparak, muhtemel iyiliği onların lehine çevirdi. En azından düşüncede yapmayı kabul ettiği şey buydu. Böylece iyiliği kötüye kullanarak en kötüyü realize etmiş oldu. Yani istismarı. Böylece Filistin için yapılan bir eylem olabilecekken bu, bir Filistin Endüstrisi işletilmiş oldu. Ve burada bir durumu tanıdım: Nihayetinde kendilerini eleştirerek kendilerine geri dönen bu recursif yapılar, dünyanın en tehlikeli yapıları olarak kalacaklardır. Solcu düşünüp, sağcı eylemler -yani keyfi olarak solcu düşünüp, mecburi olarak sağcı eylem yaptıkları için, kitlelerin kaynaklarını onlardan daha iyi sömürecek hiç kimse yoktur. Filistin Endüstrisi. İşte nefretin en yoğunlaşması gereken alan burası. Bugün bütün sivil toplum kuruluşlarından tiksiniyoruz. Ve onların artık yakında öleceklerini söylüyoruz. Hâlbuki onlar, Filistin’le ortaya çıkan kaynağın sömürüsüyle yeniden doğuşlarını yaşıyorlar.
Böylece üç şeye karşı nefretimi toparladım. Ve ne zaman bu üç şeye karşı daha az nefret duyduğum bir ana varsam, o kadar ölçüde doğrudan uzaklaşacağımı düşündüm. Doğru, gitgide daha derine doğru hissedebilme yetisi olarak tanımlandı. Ve bu üç şey, üç nesnenin cisimlerinde toplanıyordu: Kanaat önderleri, kurumlar ve “eylemleri makbul olan” insanlar. Filistin Endüstrisi’nin bu üç aktörü, “Artık” ve “Hakikat” kelimesi arasında mekik dokuyan üç suçluyu temsil ediyor. Ve suç işlemekten kaçınabilmemin şartı ne kadar onları tanıyabilme gücümse, onları tanıyabilme gücüm de sadece onlardan nefret edebilme kabiliyetime bağlıdır.